30 Kasım 2008 Pazar

Aşk Başlar

Bir İstanbul masalı...

Ankara'dan kalktı tren, gitti gitti vardı hemen.
Gün doğarken İstanbul'un üzerinde
Vardım ben yalnız bir odaya.
Görmüşüm ben onu bir kere,
İşler karışmadan önce.

Başkaları da vardı, niceleri. Çoğu kez.
Bakarmış uzaktan, bir de varmış iki laf hakkımda,
Hiçbirini bilmeden.

Plato'nun her şeyin aslında bir gerçeği vardır demesiyle aşkı da bu sınıfa dahil etmesi hiç mantıksız değil. Her ne kadar yaşadıklarımızın yalan olduğunu söylese de, gerçek aşk akılda yaşanan olduğu konusunda mutabığız. Belki daha kolay daha zahmetsiz olmasında, belki de daha saf ve temiz yaşanabilmesinden her zaman benim tercihim olmuştur platonik aşk. Böyle deyince zannetmeyin ki her gün değil, her saat başkasına sevdalanıyorum. Çok da uzun zaman olmuş o duyguyu hissetmeyeli. Tüm iyi niyetiyle geri çevirdiğinden beri rastlamamışım kendisine mesela. Bu da yaklaşık olarak on sene ediyor. Vay anasını sayın seyirciler. Mamafih düğüm İstanbul'da çözülüyor ve Yavuz Çetin'in dediği gibi aşk denen duyguyu yeniden keşfederek ne kadar güzel ve illet bir şey olduğu yeniden hatırlanıyor. Bundan sonrası tamamen karşı tarafı ikna ile geçiyor. Şarkılar, resimler, fotoğraflar ve daha neler neler. Daniel* gibi güneşe doğru gitmeye çalışıyorum. Güneşi gördükçe yoldan çıkmadığımı düşünüyorum. Eğer ikna edebilirsem, Yavuz Çetin ve Deniz Özbey Ayküz - Tuğrul Akyüz'e borçluyumdur.

"...olmaz deme, belki olur bak günün sonunda neler neler...
aşk başlar yeniden kanımızda"


Teşekkürler =)

Plato - İdea
Yavuz Çetin - Sadece Senin Olmak
vega - Aşk Başlar
*Fatih Akın - Im Juli

27 Kasım 2008 Perşembe

Black Mesa Research Facility

Gordon Ağabey'in bilfiil gezdirip, dolaştırıp, gösterdiği araştırma merkezidir burası. Küçüklüğümden beri hep Amerika'nın gizli işler çevirdiğini düşünür, olay mahallini de böyle bir yer gibi zannederdim. Yarattığımıza bu kadar yakın çevre ve hikayeye sahip bir oyundu Half-Life. Radyoaktivite benim için her zaman ilgi çekici olmuştur*. Her ne kadar ilgi alanıma giriyor desek te hiçbir zaman deli fps oyuncusu olmadım. Hele hele halflayf gibi stresli bir oyun hiç bana göre değildi. Bir haber ise turnuva sırasında elemanın birinin kalp krizinden öldüğü yönündeydi. Öyle ya da böyle çok güzel oyundu. O terkedilmişlik hali (tesisteki) tam hayallerimdeki gibiydi.


*Aynı atraksiyon Stalker adlı film ve doğal olarak S.T.A.L.K.E.R adlı oyunda da var. Denemek lazım tabi.


22 Kasım 2008 Cumartesi

Yol Bölü Hız

"...ben giderim adım kalır, dostlar beni hatırlasın..."

Bir şekilde yaşıyorum hayatı. Yol alıyorum, unutuyorum, hatırlıyorum. Pek çok şey değişiyor, insanlarla birlikte. Çoğu da geride kalıyor.

Televizyonu ilk defa ne zaman izledim mesela? Neydi beni kendisine çeken? Ama benim tek hatırladğım ise Akşama Doğru o kutuda. Hergün masal gibi izlenen güzel yapım. Bilmiyordum neden bahsettiğini ama çekiciydi. Daha sonra Bizimkiler vardı. Bazen -yakalayabildiğin zaman da-Lafalympics. Onlar da geride kaldı. Hafızamızda nacizane bi yer edinmiş. İyi ki de var. O zamanlardan kalan başka bir ayrıntı da Ayrton Senna'nın kazasıdır. O, olaylardan bihaber halimle dehşet içinde izlemiştim. Öldü'yü bilecek kadar üzülmüştüm. Ne daha az, ne daha fazla.

Jacques Villeneuve vardı bir kahraman olarak. Yılmaz savaşçı, rol model, sarı saçlı yakışıklı insan... Schumacher'e kafa tutmasıyla sevdik. Bildiğimiz üç-dört adamdan biri işte. Rekabet olunca taraf oluyorum ve birini destekliyorum. Sonra gavurların social conformity dediği halt ile Scuderia Ferrari tifosi'si oldum çıktım. Vay Örvayn, ah Şumaherlerle geçti yıllar. Ama JV hep kalbimdeydi. O "pis" Mika-David ikilisine rağmen izliyordum yarışları.

Günlerden bir gün dediler ki Tayfıur futbolu bırakıyor. Ulan takım zaten yan yatmış, dedik bi umut doğruluruz herhalde. Halbuki altında daha fazla incelik, derin nüanslar gizli. Baktım sonra birileri daha futbolu bırakmış. İnsan yıllarca izlediği adamların bitişini görünce üzülüyor tabi. Ama tüm bunlar olurken Romario hala oynuyor. Neyse ki o güzel haberi duyduk bir süre sonra. Şumaher sezon sonunda yarışları bırakıyor. Bende böyle nasıl bir sevinç, bir coşku, gurur, gözyaşı hepsi var. Sel oldu aktı gözyaşları. Adam keleğin en hasını yapmış Rubens'e. 5 yıldır kimseye bırakmamış. Gitsin pislik dedim kendi kendime. Onun tadını da sonradan anladım zaten.

Ama asıl sebep bu yazıyı yazdıran bir fotoğrafla bir haberden ibaret. O anda anladım ben tüm o yukarıdakilerin önemini. Meğerse o umursamazlıkla hepsini teğetin çok uzağından geçmişim. David Coulthard bu sezon son kez yarıştı. Brezilya'da özel arabayla çıktı hayır işleri için. Dedim milletin kıyağıyla, yardımlarıyla puan alabilecek bi yerde bitirir ve güzelce uğurlarız. Ama bize bu zevki de tattırmadılar. Nico Rosberg ve kankası Kazuki Nakajima bu şansı elimizden vura vura aldılar. Herkes demiştir içinden yeter artık vurmayın adam öldü. Serhan Acar da bu konuya değindi ve keşke daha güzel bitirseydi kariyerini dedi. Keşke...


Ne güzel yazmış Yılmaz Erdoğan. Aşağıdaki örneğe bakıyoruz;

"Nazan: Ben sana sadece keşke diycem...

Mükremin: Keşke mi nedir bu keşke?

Nazan: Yani keşke işte. Herşeyin başına koyabilirsin. keşke benim olsaydın, keşke daha önceden karşılaşsaydık yani, keşke işte.

Mükremin: Anladım. Keşke..."

Herşeye keşke denebilir. Beceriksizliklerimizin sonucuna keşke, hayal kırıklıklarına keşke, umutlarımıza keşke...

Şu fotoğrafa da bi keşke...





All Rights Reserved
Copyright (C) 2007 Jacques Villeneuves