28 Haziran 2013 Cuma

Brüksel'den Notlar

Kusursuz işlemesi gereken bir planın parçası olarak Brüksel'e gitmeye karar vermiştim. 22-23 Haziran'da Le Mans'daki Circuit de la Sarthe pistinde gerçekleşecek olan 24 saat yarışları için Brüksel'e gidecek, orada kalacak, kiralayacağım araba ile yarışa gidip sonra geri dönecektim. Yıllar yılı televizyondan izleyip, büyük keyif aldığım dayanıklılık serisini, kanlı canlı görecektim.

Belçika vizesiyle başlayan ve sonuçsuz tamamlanan bu süreç çok eğlenceli ve güzeldi. Gerek planlamada, gerekse hemen seyahat öncesi aklıma gelmeyen bir sorun, Brüksel Zaventem Havaalanı'ndan çıkar çıkmaz yüzüme çarpması şaşırtıcı olmamalıydı, ama soğuk duş etkisi yaratması da bir gerçekti. Sorun şuydu ki Eylül'den beri İngiltere'de yaşayan ben İngilizce'yi o kadar kanıksamış, içselleştirmişim ki başka bir dilin varlığı imkansız gibiydi. Bir saniye olsun "Ben ne Fransızca biliyorum, ne de Felemenkçe. Ne yaparım oralarda" sorusu aklıma gelmemiş, Fakat binmem gereken otobüsü ararken, tabelalara baktığımda "zortladığımı" anlamıştım.

Zar zor bir otobüs bileti aldıktan sonra, binmem gereken otobüsü beklemeye koyuldum. Kısa süre içerisinde o da geldi ve diğer yolcularla birlikte yola koyulduk. Dil karmaşasını üzerimden atamamış olacağım ki salaklıklarıma kendi çapımda devam ediyordum. Otobüs NATO durağında duracağı vakit, "Allah Allah nato neymiş ki acaba? Durunca bakayım neresiymiş" diyerek koca NATO merkezini görmemle otobüsteki ahalinin şıngırdayan jetonları duyması aynı ana denk gelir.

Son durak olan ve kalacağım otele en yakın olan durak "Luxembourg"'da iniverdim. Duraktaki şehir haritasından ne tarafa doğru yürüyeceğimi kestirip, büyük caddeye doğru seyirttim. Ne zaman ki o caddenin sonuna geldim, işler karıştı. Bir Y harfinin alt ucundan sağdaki ucuna dönecek, ve otelime varacaktım. Her zaman görsel hafıza, kartografi, yön bulma gibi yetilerimle övünen ben duraklardaki haritanın da yanlış olması sebebiyle Y'nin sol kısmısına doğru yol aldım. Tabii ki bu durumu yaklaşık 8 kilometre ve 2 saat yürüdükten sonra farketmem işin trajik yanı. Öte yandan dolandığım sokaklar, caddeler, yollar, gördüğüm binalar, insanlar bende mükemmel bir Brüksel izlenimi bıraktı. Her ne kadar yorgunluktan ağlayacak hale gelsem de şehrin hakkını her nefesimde teslim ettim. Gittiğim yolun yol olmadığını anlayıp gerisin geriye döndüğümde daha planlı bir şekilde ilerlemeye de karar vermiştim. Rotamı çizip, içerdiği bütün sokakların, yolların, caddelerin ve durakların ismini telefonuma yazacak an ve an bunu tabelalarla kontrol edecektim. Beni esir almış skolastik düşünceden kurtulmam hemen etkisini göstermiş ve baya merkezi bir yere çıkmıştım. Ama önce dinlenmeliydim.

Şehrin ortasında güzel bir park. Altı da otopark.

Parktaki bankta yarım saat kadar oturdum. Geleni geçeni, oturanı, koşanı-zıplayanı izledim. İki adım ötesinin Mahmutpaşa'dan hallice olduğu bir yerin nasıl bu kadar sessiz olabileceğini düşünmek istedim, sonra zor geldi vazgeçtim.
Artık yola revan olmanın vakti gelmişti. Önümde yeni caddeler, haritasına bakılması gereken yeni otobüs durakları vardı. Henüz hiçbir şey bitmiş değildi.
Sağlı sollu dükkanlardan gayet piyasa ve cıvıldak bir yerde olduğumu anlamıştım. Haagen-Daszlar, Brussels Grilller, Godivalar her köşe başındaydı. Bu şeraitte dayanılası manzalar değildi.
Az gidip, uz gidip, dere tepe düz gidip sonunda "Botanique/Kruidtuin" tabelası görülebilir uzaklığa girince gayri ihtiyari sırıttım. Bu otele çok yaklaştığımın işaretiydi.
Evet bir kaç adım sonra otelime de varmıştım. Tek istediğim öküz ölüsü laptopu yatağa atmak ve yıkanıp-paklanmaktı.

Üstüme rahat birşeyler giydikten sonra hem kalbimin hem de midemin sesine kulak verdim. Beynim 8 oldu 9'a geliyor dese de birlik olduk dinlemedik ve yolun karşısındaki mekana gidiverdik.

Brussels Grill: Güzel yemekler, mutlu insanlar

Güzel bir karışık ızgara ve ömrü hayatımda ilk defa şahit olduğum limonu tuzu ilave edilmiş salata ile günü ve açlığımı kapatmanın mutluluğu ile caddeyi seyre daldım. Ve ilk gün yorucu da olsa sonlanmıştı.

Sabah (lafın gelişi-saatin sabahla bir ilgisi yok) her yerimin ağrısı ile uyandım. Günü civarı kolaçan ederek geçirdim. Hiçbir yere yürümeye ya da gitmeye niyetim yoktu.

Üçüncü gün heyecan doruktaydı, nasıl olmasındı. Havaalanına gidip arabayı teslim alacaktım. Otele dönüp son hazırlıklarımı tamamladıktan sonra Fransa'ya doğru hareket edecektim. Hiçbir şey yemeden hemen otobüse bindim ve havaalanına doğru yola çıktım. Hızlıca ve heyecanlı bir şekilde Hertz masasını buldum ve derdimi anlattım. Herşey tıkır tıkır işliyordu. Görevli en son Corsa mı 500 mü diye sorunca arabayı üstüme geçirecekmişçesine 500 diye bağırdım. Ama bu sevincim uzun sürmedi. Görevli deposito için kartımı isteyince peri masalı sona erdi. Limitim zortlamıştı ve adam işlem yapamıyordu. Birden nedense gitmemem gerektiğini düşündüm. 6.5 saat gidip, dinlenemeden 6.5 saat yol katetmem gerekiyordu. Hem de hiç bilmediğim bir yerde. Adam başka kartımın olup olmadığını sordu. Artık gerçekten bunu istediğimden emin değildim. Saniyeler içerisinde milyonlarca felaket senaryosu yazmıştım. Ve ani bir kararla yok kartım, vazgeçtim dedim. Le Mans macerası burada sona ermişti. Yarış için çıktığım yolculuk iki ızgara ve birkaç waffle için mi yani ye dönmüştü.
Kırk yıl düşünsen gitmeyi aklıma getirmeyeceğim Brüksel'de 4 gün geçirdim ve çok beğendim şehri. İnsanlar kibar, sıcak ve yardımsever. Arabalar da abartı derecede saygılı yayalara. Caddeler-sokaklar temiz, kavga gürültü sıfır. Fransızca - Felemenkçe olmasa on numara yermişsin Brüksel. Kalabilitem varmış.

Merci ya da dank!

25 Ekim 2012 Perşembe

Snow in Ankara - Refined


He was dressed, went down the stairs slowly in the morning of the loneliness and the silence. School bag on his back had more than books. It was sign of years and a truly burden on his shoulder. Downed darkness of the early time of the day seemed so suitable for this man.

He continued to walk, and he was in the bus-stop, saw the very long queue, stood at the end of it hopelessly and had a reckless lookup to barely shining sun. He thought about the late minibus while he was losing himself in a blurry horizon as realisation of the possible future in the clashing clouds. Time has passed, the line became crowded. He thinks he was very behind of the line as he was not able to reach vehicle on time whereas the end of the line was too far from the bus-stop that was not seen from the place child stood. Minibus arrived with growls later. It did not look like others-it was new, large, and clean and it had bright glasses. People started to get in it. When it was full, boy ran front of the line and shouted through the door "inside, inside". Driver immediately stopped and child jumped in. Boy was used to travel standee. He put his bag on floor and got some change from his pocket. He gave all coins to driver. They went long and long. There were people to get in and get out of. Interior became crowded during the way. Time had come at last. The child yelled to driver: "in an available place, please". Man looked at him from the rear view mirror, quickly manoeuvred vehicle to right side of the road, and opened the door. Minibus quickly disappeared. Child crossed the street and stopped in front of the school. He looked at it like a deep sigh was. Meanwhile pouring rain stopped and turned into snow immediately. He quickly entered the building.

He imagined a story that can tell his all feelings freely and honestly. It is certain that he cannot able to share his own world to another people. It is a way to introduce flying images in his mind by writing. Thus anybody can able to read and feel pity about him. His only and biggest desire was that; asking for sympathy. His thoughts-in the form of a story of life in Ankara, could tell the most beautiful expression. It comes to mind for every boarding minibus. When he sees it, while he is passing near, being in Istanbul, touching gliding snow flakes at the moment, feeling the summer heat on his head... All of these are the most beautiful images which tell about the city. It is reflection on faces of people of vain Ankara. Loved it was, and a lot of about this city. To be frank; Istanbul is legendary and awesome; however Ankara is a huge part of him. He is totally dependent on Ankara desperately.

30 Eylül 2012 Pazar

06810 - M6 6DB

"Bak şöyle hayal et; hava kapalı, son dersinden de çıkmışsın. Sanki o yüzden biraz rahatlık ta var. Ama bi yandan da küçük derin bi sıkıntı da var. Neyse işte yürümeye devam ediyosun, servise binicen. Sonra insan kalabalığını görüyorsun, hepsi Tunus servisini bekliyor. Cuma ya bugün hani haftanın sonunu getirdik rahatlığıyla kendilerini sokaklara, kafelere, barlara atacaklar. Nasıl olsa cumartesi, bilemedin pazar günü çalışırım tesellisiyle. Hava da iyice kapadı mı ne? Herhal bir iki yağar zaten sonra da karanlık olur iyice kederlenirsin. Tipik Ankara sonbaharı işte napcan.

Ahanda tam böyleydi işte adamın havaalanından kırk beş dakika-bir saat sonra çıktıktan sonraki hava. Kapalı, isteksiz, hiç yüz göz olmuyor. Oysa daha öğlen on iki bile değil. Naparsın işte tipik İngiliz havası dedikleri bu olsa gerek.

Çok uzun bir zaman dilimi içerisinde-ki bu süreye İngiltere'ye ayak bastığı günler de dahil, tam olarak nerede olduğunun farkında değildi. Kendi kendine içten gelen bir fısıltı ona Finlandiya, Finlandiya, Oulu, Jyvaskyla diye sesleniyordu. Mamafih uçan martılar, bağıran kargalar, koşuşturan sincaplar, geç dönem on dokuzuncu yüzyıl tarihli pablar, köprüler, fabrikalar, hanlar hamamlar onu ucundan da olsa gerçeklerle yüzleştiriyordu.

Ha bi de şu var. Bir yere gidince beklentilerin çok önemlidir. Neredeyse baştan aşağı değişir orası, bambaşka bir hal alır yav. Bu beyin ne kadar da güçlü bişey işte. Hakimiyet tamamen onda. Neyse, beklenti önemlidir, şimdi bi kaç şey okursun, ya da görürsün. Bunlar senin tüm fikrini etkiler hatta menfi ise bilakis zehirler zihinleri. Tam bu noktada dengedeki terazi gibi düşün. Bi tarafta Bent Deresi stayla muhit söylentileri, bi tarafta da esrarengiz insan, Miss Bays'in umut veren, kalpleri ısıtan videosu. Ama şu gerçek ki terazinin iki tarafı da gerçeklerin ürünüydü, emin ol.

İnsan elindekilerin kıymetini kaybedince anlar derler ya, işte çok doğru o. Yok yok o duygusal, ağdalı anlamlar yükleme gayreti değil bu benimkisi. Daha basit bir aidiyet. Tamam tamam internetten bahsediyorum. Allah seni inandırsın adamcağız üç gün boyunca-hatta dördüncü günün akşamında düzeldiğini söyler hep, internete erişmek için debelendi durdu. Bi o tarafa koştu bi bu tarafa. Helak olacaktı valla. Hadi bi de bildiği bi yer olsa yine iyi. Ne dil bilir, ne alışlanlık, ne de yer-yurt. Ama helal olsun azimle delen ecdad misali başarıyla kalktı bu sorunun altından. Ama tabii günler geceler ne mutsuzluk, ne keder, nasıl bir hayata küsmüşlük aboov. Bir dokun bin ah işit. Aha işte tam da bu noktada Pays Hanım sahneye çıkmış. Gerçekten çok ilginç bi durum tesadüfi gibi biraz da. Sen kalk üç bin küsür kilometre öteden yaban ellerin arasına gel, tabii kimseyi tanımaman normal ama o koca okulda, o mahşeri kalabalıkta tanıdık bir yüze rastla. Artık buna kader mi dersin, tesadüf mü dersin, yoksa sosyal medyanın, efendime söyliyim web 2.0'ın gücü mü dersin ben bilmem. Ama aynen böyle işte. O kadar adamın arasından görmüş kızcağızı. Şimdi o da öyle bi anlatıyo ki biraz tabii tedbirli olmakta fayda var. Diyor ki vay efendim ben bir gördüm bunu böyle bir ışık, bir huzur dalgası, bir enerji patlaması, mutluluk radyasyonu. Yok artık daha neler? Bi de şey; bu da ona öyle bi bakmış ki sanki eski bir dostu uzun zamandan sonra tekrar görmüş gibi. Ama kontrolsüzlük yok, oturmuş bir tavırla, nazik bir gülümseme sanki "o geldi herşey yoluna girecek"der gibiymiş. Yuhayo, daha neler değil mi? Abartmanın da bir sınırı var. Da işte ama zor zamanlardı onun için Allah bilir nasıl canlandırdı kafasında. Belki de tamamen uyduruyo, yani sanki yapmadığı bişey değil biliyosun.

Neyse birinci ayın sonu muymuş son haftası mıymış en sonunda bu yavaş yavaş idrak etmeye başlamış İngiltere'de olduğunu. Ulan ayı bir ay olmuş oraya geleli bu kadar mı zaman aldı anlaman. Deli mi ne aklı bir karış havada. Ama ben biliyorum kesin bir kız vardır bunun umutsuzca sevdiği. Hani onun o meşhur "gerçek aşk" saplantısı. Manyak tutturmuş tek taraflı aşk, asıl olması gerekenmiş. İnsan aşık olmak için, karşısındakinin de kendisine aşık olmasına gerek duymazmışmış. E bu senin yaptığın kendi canını yakmak, üzülmeye göz yummak değil de ne? Mutlu olamadıktan sonra napayım ben gerçeği, hakikiyi. Neyse işte bu modda ise işte o aralar ondandır yani.

Bakalım uzun zamandır aramıyor, ne sesi çıkıyor ne soluğu. Bayağı oldu konuşmayalı, kendince havadis biriktiriyor kesin o bahsetmediği kızın peşindedir. Neyse lan çok uykum geldi. Yatak ta yarın konuşalım biraz da yeter."

18 Eylül 2012 Salı

"By Wisdom and Effort"

Concilio et labore...

He continuously speeded up his feet by rain. Actually it was not a rain. They said that it was drizzle. Strong wind also hit his face wet by the raindrops. Then hardly found a way to stop. There were signs showing one particular direction. Unwillingly-but slightly willingly this was mainly just because of desperation, headed towards to the automatic door. His misery was clearly shown on the door as a reflection. One step ahead there was a huge crowd was waiting for something but it was not him obviously.

He slowly got down to the stairs and mingled with the crowd quietly. Frequently moving his head to deceive himself to looking at for familiar face. It was totally pointless.

M. was talking to people in a small room. To be frank, you could feel her high energy and friendliness from miles away. She looked at him and smiled just like seeing a friend after long time ago. Also you could interpret it as a relief of knowing he is here and everything will be all right.

From 3038 kilometres away you just recognise a person from a YouTube video. Thoughts come to mind and says that will be a good day, and month and even a year maybe.

People were dancing in front of a Wii, The Sugarhill Gang's Apache was playing.

Let's say "how it was started" for future.

jump on it!