Belçika vizesiyle başlayan ve sonuçsuz tamamlanan bu süreç çok eğlenceli ve güzeldi. Gerek planlamada, gerekse hemen seyahat öncesi aklıma gelmeyen bir sorun, Brüksel Zaventem Havaalanı'ndan çıkar çıkmaz yüzüme çarpması şaşırtıcı olmamalıydı, ama soğuk duş etkisi yaratması da bir gerçekti. Sorun şuydu ki Eylül'den beri İngiltere'de yaşayan ben İngilizce'yi o kadar kanıksamış, içselleştirmişim ki başka bir dilin varlığı imkansız gibiydi. Bir saniye olsun "Ben ne Fransızca biliyorum, ne de Felemenkçe. Ne yaparım oralarda" sorusu aklıma gelmemiş, Fakat binmem gereken otobüsü ararken, tabelalara baktığımda "zortladığımı" anlamıştım.
Zar zor bir otobüs bileti aldıktan sonra, binmem gereken otobüsü beklemeye koyuldum. Kısa süre içerisinde o da geldi ve diğer yolcularla birlikte yola koyulduk. Dil karmaşasını üzerimden atamamış olacağım ki salaklıklarıma kendi çapımda devam ediyordum. Otobüs NATO durağında duracağı vakit, "Allah Allah nato neymiş ki acaba? Durunca bakayım neresiymiş" diyerek koca NATO merkezini görmemle otobüsteki ahalinin şıngırdayan jetonları duyması aynı ana denk gelir.
Son durak olan ve kalacağım otele en yakın olan durak "Luxembourg"'da iniverdim. Duraktaki şehir haritasından ne tarafa doğru yürüyeceğimi kestirip, büyük caddeye doğru seyirttim. Ne zaman ki o caddenin sonuna geldim, işler karıştı. Bir Y harfinin alt ucundan sağdaki ucuna dönecek, ve otelime varacaktım. Her zaman görsel hafıza, kartografi, yön bulma gibi yetilerimle övünen ben duraklardaki haritanın da yanlış olması sebebiyle Y'nin sol kısmısına doğru yol aldım. Tabii ki bu durumu yaklaşık 8 kilometre ve 2 saat yürüdükten sonra farketmem işin trajik yanı. Öte yandan dolandığım sokaklar, caddeler, yollar, gördüğüm binalar, insanlar bende mükemmel bir Brüksel izlenimi bıraktı. Her ne kadar yorgunluktan ağlayacak hale gelsem de şehrin hakkını her nefesimde teslim ettim. Gittiğim yolun yol olmadığını anlayıp gerisin geriye döndüğümde daha planlı bir şekilde ilerlemeye de karar vermiştim. Rotamı çizip, içerdiği bütün sokakların, yolların, caddelerin ve durakların ismini telefonuma yazacak an ve an bunu tabelalarla kontrol edecektim. Beni esir almış skolastik düşünceden kurtulmam hemen etkisini göstermiş ve baya merkezi bir yere çıkmıştım. Ama önce dinlenmeliydim.
Şehrin ortasında güzel bir park. Altı da otopark.
Parktaki bankta yarım saat kadar oturdum. Geleni geçeni, oturanı, koşanı-zıplayanı izledim. İki adım ötesinin Mahmutpaşa'dan hallice olduğu bir yerin nasıl bu kadar sessiz olabileceğini düşünmek istedim, sonra zor geldi vazgeçtim.
Artık yola revan olmanın vakti gelmişti. Önümde yeni caddeler, haritasına bakılması gereken yeni otobüs durakları vardı. Henüz hiçbir şey bitmiş değildi.
Sağlı sollu dükkanlardan gayet piyasa ve cıvıldak bir yerde olduğumu anlamıştım. Haagen-Daszlar, Brussels Grilller, Godivalar her köşe başındaydı. Bu şeraitte dayanılası manzalar değildi.
Az gidip, uz gidip, dere tepe düz gidip sonunda "Botanique/Kruidtuin" tabelası görülebilir uzaklığa girince gayri ihtiyari sırıttım. Bu otele çok yaklaştığımın işaretiydi.
Evet bir kaç adım sonra otelime de varmıştım. Tek istediğim öküz ölüsü laptopu yatağa atmak ve yıkanıp-paklanmaktı.
Üstüme rahat birşeyler giydikten sonra hem kalbimin hem de midemin sesine kulak verdim. Beynim 8 oldu 9'a geliyor dese de birlik olduk dinlemedik ve yolun karşısındaki mekana gidiverdik.
Brussels Grill: Güzel yemekler, mutlu insanlar
Güzel bir karışık ızgara ve ömrü hayatımda ilk defa şahit olduğum limonu tuzu ilave edilmiş salata ile günü ve açlığımı kapatmanın mutluluğu ile caddeyi seyre daldım. Ve ilk gün yorucu da olsa sonlanmıştı.
Sabah (lafın gelişi-saatin sabahla bir ilgisi yok) her yerimin ağrısı ile uyandım. Günü civarı kolaçan ederek geçirdim. Hiçbir yere yürümeye ya da gitmeye niyetim yoktu.
Üçüncü gün heyecan doruktaydı, nasıl olmasındı. Havaalanına gidip arabayı teslim alacaktım. Otele dönüp son hazırlıklarımı tamamladıktan sonra Fransa'ya doğru hareket edecektim. Hiçbir şey yemeden hemen otobüse bindim ve havaalanına doğru yola çıktım. Hızlıca ve heyecanlı bir şekilde Hertz masasını buldum ve derdimi anlattım. Herşey tıkır tıkır işliyordu. Görevli en son Corsa mı 500 mü diye sorunca arabayı üstüme geçirecekmişçesine 500 diye bağırdım. Ama bu sevincim uzun sürmedi. Görevli deposito için kartımı isteyince peri masalı sona erdi. Limitim zortlamıştı ve adam işlem yapamıyordu. Birden nedense gitmemem gerektiğini düşündüm. 6.5 saat gidip, dinlenemeden 6.5 saat yol katetmem gerekiyordu. Hem de hiç bilmediğim bir yerde. Adam başka kartımın olup olmadığını sordu. Artık gerçekten bunu istediğimden emin değildim. Saniyeler içerisinde milyonlarca felaket senaryosu yazmıştım. Ve ani bir kararla yok kartım, vazgeçtim dedim. Le Mans macerası burada sona ermişti. Yarış için çıktığım yolculuk iki ızgara ve birkaç waffle için mi yani ye dönmüştü.
Kırk yıl düşünsen gitmeyi aklıma getirmeyeceğim Brüksel'de 4 gün geçirdim ve çok beğendim şehri. İnsanlar kibar, sıcak ve yardımsever. Arabalar da abartı derecede saygılı yayalara. Caddeler-sokaklar temiz, kavga gürültü sıfır. Fransızca - Felemenkçe olmasa on numara yermişsin Brüksel. Kalabilitem varmış.
Merci ya da dank!